10 Haziran 2014 Salı

OYUN: MUHSİN VE VAHRAM (2. Versiyon)

İlk kez 27 Mart 2013’te sergilenen aynı adlı oyunun 19. İKSV Tiyatro Festivali için yeniden ala alınmış halidir.


İki Adam, İki Dünya, Tek Sahne: Muhsin Ertuğrul ve Vahram Papazyan (Gösteri ve Söyleşi)
Yer: İKSV Salon (Şişhane)
Tarih: 10 Mayıs Cumartesi saat 17.00
İstanbul doğumlu ünlü Ermeni aktör Vahram Papazyan 1964 yılında yazdığı bir mektupta Muhsin Ertuğrul'a İstanbul ya da Ankara'da sahneye çıkma isteğinden bahsediyor ve mektubunu şu sözlerle bitiriyordu: "Her zaman dostun ve kardeşin." Tiyatro tarihini değiştirmiş bu iki büyük insanın sahne hayatlarının ilk yıllarından itibaren başlayan dostlukları tiyatro dünyamızda çok fazla konu edilmemiştir ve pek bilinmez. Oysa anlatıldığında belki de tiyatroya dair en güzel hikayelerden birisi çıkacaktır ortaya. Tiyatro Boğaziçi ve Berberyan Kumpanyası ortaklığıyla hazırlanan "Muhsin ve Vahram" adlı oyun ve ardından Boğos Levon Zekiyan, Ayşegül Çelik ve Artsvi Bakhchinyan'ın konuşmacı olarak katılacağı bir söyleşi ile bu hikayeye ve tiyatro dünyamızın karanlıkta kalan bir evresine odaklanıyoruz.


BGST Tiyatro Boğaziçi-Berberyan Kumpanyası


(Prologda sunulan filme ulaşmak için tıklayınız)

OYUNUN KÜNYESİ
Yazan: Fırat Güllü
Reji: Ekip çalışması
Video Reji: Mesut Tufan
Video Reji Asistanı: Irmak Sueri
Kamera: Asuman Zirek
Ses Kayıt: Çağdaş Karagöz (Melodika)
Işık-Efekt: Yervant Boyacıyan, Murat Cavak
Müzik: Anurçner/ Anahit Valesian
Kostüm: Aysan Sönmez, Serda Aslan
Oyuncular:
Anlatıcı: Tilbe Saran
Abdullah Cevdet: İlker Yasin Keskin
Hamlet rolünde genç Vahram: Sercan Gidişoğlu
Leart rolünde genç Muhsin: Özgür Eren
Muhsin: Fırat Güllü
Vahram: Boğos Çalgıcıoğlu
Handan: Ayşan Sönmez

Prolog 
  

(Anlatıcı görüntü eşliğinde okur)

Şu anda Beyoğlu'ndaki tarihi bir mabedin, Ağa Camii'nin önündeyiz. Camii'nin tam karşısında ise modern bir mabet yükseliyor: bir tüketim mabedi, bir AVM. Bundan yaklaşık 100 yıl önce ise burada bir tiyatro salonu bulunmaktaydı: Odeon Tiyatrosu. 1911 yılında bu tarihi salonda sıra dışı bir tiyatro gösterisi sergilenmişti. Oyunun adı Hamlet’ti ve müellifi Shakespeare namlı bir İngiliz’di. Shakespeare bu eseri yüzlerce yıl önce kaleme almıştı. Oysa İstanbullu seyirciler onun dizelerini sahne üzerinde Türkçe olarak ilk kez dinlemekteydiler.

Bu gösterinin mimarlarından ilki Abdullah Cevdet adında bir doktordu. Abdülhamit karşıtı olduğu için Hamlet adlı bu oyunu sürgün günlerinde Mısır’da çevirmiş ve 1908 yılında orada yayınlamıştı. Odeon’da sergilenmekte olan gösteride onun çevirisi kullanılmaktaydı. Seyirciler arasında eseri Türkçeleştiren ilk mütercim unvanıyla oturmaktaydı.

(Abdullah Cevdet'i oynayan oyuncunun görüntüsü)

Abdullah Cevdet: Efendim Hamlet isimli Avrupa edebiyatının bir şaheserini çevirme fikri bende taa Mekteb-i Tıbbiye yıllarında uyanmıştı. Diyeceksiniz ki tab-ı şairanesi henüz devr-i kemaline vasıl olmamış bir genç neden bütün Avrupa edebiyatının en muazzam beddiası olan bu esere müracaat etti? Sebebi aşikardır: Sultan Hamid devrinin Türkleri ile Hamlet arasında oldukça müşebbehet vardı. Malumdur ki hamiyetmend, alicenap, âlim, bedai-perver, bulend-amil bir şehzade olan Hamlet, peder-i müşfikinin vefatında zi-medhal zannettiği üvey atası ile müberezeye mecbur olmuştu. İşte Jön Türkler de Sultan Murat'ın sukutundan ve Midhat Paşa'nın şehadetinden sonra Sultan Hamid'e bir üvey Ata nazarıyla bakıyorlar. Kanun-i Esasî bu hükümdarın darbesiyle mühlik bir sadmeye uğradıktan sonra Osmanlılar için en mühim mesele "var mı olayım, yok mu" meselesi oldu. Benim gibi küçük bir rahle-i mütalaa önünde oturan bir talebe ile muazzam bir taht-ı saltanat üzerinde calis bulunan Sultan Abdülhamit arasında vaki ilk müsademenin sebebi Mithat Paşa oldu. Ardından tüm belalar, istinlaklar, zındanlar, menfalar, firarlar, gurbetler... Zaten Hamlet'in ilk tabı da sürgünde bulunduğum Mısır'da vuku bulmuştur. Bir iki ay sonra da Temmuz Inkılabını görmek kısmet oldu.

(Anlatıcı kaldığı yerden devam eder)

Oyunun ikinci mimarı genç bir Ermeni oyuncuydu. Henüz 23 yaşında olmasına rağmen 1911 yılı Ramazan ayı boyunca İstanbul’da sergilenen bir dizi tiyatro oyununda önemli roller üstlenmiş ve İstanbul seyircisinin büyük taktirini kazanmıştı. Adı Vahram Papazyan’dı. İstanbul’da doğmuş ve eğitim almak için Venedik’teki Murat Rafealyan okuluna gitmişti. Ardından tiyatrocu olmaya karar vermiş ve İtalya’da kendini eğitmenin yollarını bulmuştu. İstanbul’da ilk kez bir Hamlet prodüksiyonu gerçekleştirme fikri ondan çıkmıştı.

Bu ilginç gösteride Leart rolünü üstlenen 19 yaşındaki genç oyuncu ise gelecekte Türkiye Tiyatrosu adına önemli işler yapacak ve ülkenin en önemli tiyatro adamına dönüşecekti: Ertuğrul Muhsin. Bu genç adam Vahram’ın yakın dostuydu ve bir süre için ev arkadaşı olmuştu.

İki genç tiyatrocu provalarda eserin mütercimiyle sık sık biraraya gelmiş ve Osmanlı devrinin ilk politik Hamlet yorumlarından birisine hayat vermek için onun engin bilgisinden yararlanmışlardı.

(Siyah beyaz bir sahne izlemeye başlarız. Abdullah Cevdet büyük işlemeli bir koltuğa oturmuştur, Vahram ve Muhsin sahne kıyafetleri ile etrafına çökmüşlerdir.)

Abdullah Cevdet: Shakespeare başlı başına bir kainatın, başlı başına bir kev ü mekandır. O millet ki hala Shakespeare'den bi-haberdir, onu diline tercüme etmemiştir, o milletin yere geçmesi için arlanmasına hacet yoktur. Meşhur Voltaire, Büyük Katerina'ya yazdığı bir mektupta,"Türkleri mahvetmeli çünkü onlarda zevk-i şi'r ve edeb yoktur" demişti. Bu bir iftiradır başka bahis ama ben şimdi az kalıyor ki Shakespeare'i sevmeyen milletleri yeryüzünden kaldırmalı diyeyim.

Vahram: Üstadım sizin metninizi oynarken en çok zorlandığım yerlerden birisi şu ünlü "to be or not to be", İtalyanların söyleşiyle "esere o non essere" bölümü oldu. Siz burayı "varlık mı ya yokluk mu" diye tercüme ettiniz. Aslının "var olmak ya da olmamak" olması icap etmez mi? Affınıza sığınarak soruyorum.

Abdullah Cevdet: Esasen her tercüme güçtür. Shakespeare'i tamamen tercüme ise hemen hemen gayrı kabildir. Alelade tercüme kelimelerin tam mukabillerini bularak yan yana dizmekle kaim değildir. Bu vazifeyi bir lügat da pekala görür. İbaratın tamamıyla ve aynen manasını nakl ise mektep çocuklarının karıdır. Bir tercümenin muteberliği, güzelliği aslındaki ihtisasatı, harekatı, insicam-ı tabiiyi bulmakla, verebilmekle kaimdir. Bilhassa Shakespeare için geçerlidir bu. Shakespeare'in dehası kelimede değil, histe, tarz-ı tasvirde, fikirde, manada, harekattadır.

Muhsin Ertuğrul: Hocam bendeniz Hamlet ile Leart'ın düello sahnesinde, hain bir planı gizlemeye çalışırken o kibarane sözleri nasıl telaffuz edeceğime karar veremedim.

Abdullah Cevdet: Buyrun Muhsin Beyciğim, hep birlikte sahnede bakalım.

(Muhsin ve Vahram sahne üzerinde duruşlarını alırlar.)

Osmanlı sahnelerinin ilk Hamlet prodüksiyonunda, projenin mimarı olan iki genç adam, oyunun 5. perde, 2. Sahnesinde karşı karşıya geliyorlardı. Söz konusu sahne oyunun düğüm noktalarından birisiydi.

Sahne 1

(Görüntü sona erer. Sahne aydınlanır. Leart ve Hamlet rolünde genç Muhsin ve genç Vahram bir ellerinde meçleri tutmakta, diğer elleriyle el sıkışmaktadırlar...)

Hamlet: Beni affediniz, size hakaret ettim, fakat bir centilmene yakışır bir surette affediniz. Bu cemiyet-i hümayunun benim ne derece ihtilal-i şuura müptela olmuş olduğumu size bildirmemiş olması mümkün değildir. Efalimde sizin tabınızı, haysiyetinizi, vesvesenizi gaf ile ikaz eden şey mahz-ı cinnet idi. Leart’ı tahkir eden Hamlet miydi? Muhakkir asla Hamlet olmadı: Eğer Hamlet kendi kendisinden cüda edilir ve kendi kendisi olmadığı halde Leart’ı tahkir ederse bunu yapan Hamlet olmaz. Hamlet mütecasirin kendisi olduğunu inkar ediyor. O halde bunu kim yapıyor? Kendisinin cünûnu. Bu taktirde Hamlet tahkir olunan cihette bulunuyor demekdir. Cünûnu zavallı Hamlet’in hasmıdır. (...) Fazilatkar kalınız. Hanemin damı üzerinde attığım ok kazara biraderime isabet etmiş gibi. Beni affetmek tevazuunda bulunsun.

Leart: Bu hal-i hususide, beni intikama sevk etmesi lazım gelen kılıcım, tamamıyla tarziye olunduğunu beyan ediyor. Fakat namus ve şeref beni zaptediyor. Muhterem ihtiyarlar ve namus hakemlerinden müteşekkil bir heyet, hakim-i  sulh tayin ederek namımın lekesizliğini ityan ve temin ettirinceye kadar barışmayı istemem. O zamana kadar dostluk takdimenizi samimi kabul eder dostluğunuza riayette kusur etmem.

Hamlet: Bu temini kemal-i memnuniyetle kabul ediyorum. Bir biraderin bahsini bir neticeye kadar isal etmeye serbestane yardım edeceğim. (...) Leart sizin şöhretinize zehr değil, bir Zühre-i itila olacağım. Zira karanlık bir gecede bir yıldız gibi, sizin maharetiniz benim cehlimin yanında parlayacak.

Leart: Prens, benimle istihza ediyorsunuz.

(...)

Hamlet: Haydi Efendi.

Leart: Haydi Prens. (Yekdiğere hücum ederler)

Hamlet: Bir.

Leart: Peki tekrar başlayalım.

Hamlet: (...) Haydi. (Vuruşurlar) Al bir diğer darbe daha, buna ne diyorsunuz?

Leart: Dokundu, dokundu, itiraf ediyorum. (...) Prensim şimdi darbemi vuracağım.

(...)

Hamlet: Haydi üçüncü, Learte siz yalnızca alay ediyorsunuz, olanca kuvvetinizle bana savlet ediniz; korkarım ki beni bir çocuk yerine koyuyorsunuz.

Leart: Öyle mi diyorsunuz, pekâlâ, haydi. (Mübareze-i seyfiyeye girerler) (...) Al sana bu defa!

(Learte Hamlet’i yaralar, kavganın telaş ve heyecanıyla meçlerini yere düşürürler, alırken yekdiğerinin kılıcını alırlar. Muhacemede Hamlet Leart’ı yaralar.)


Hamlet: Muhsin... Muhsin... Muhsin...


Sahne 2

(Sahne kararırken bir telefon sesi duyulur. Karanlıkta bir kaç kez uzun uzun çalar. Ardından karanlık içerisinde bir ses duyulur.)

Ses: Muhsin... Muhsin... Muhsin...

(Lokal ışık yanar. Bir masada oturmakta olan Muhsin’i aydınlatır.)

Muhsin: Vahram?

(Masanın öbür ucu da aydınlanır ve ışık ayakta durmakta olan Vahram’ı aydınlatır.)

Vahram: Selam Muhsin. Nasılsın? Mahsuru yoksa bu gece sende kalabilir miyim? Orası çok soğuk.

Muhsin: 60 yıl önceki gibi...

Vahram: Evet, ama o zaman sen bana gelmiştin.

Muhsin: Dışarısı çok soğuktu. Beni evine almıştın.

Vahram: Tiyatrocu olduğu için evden kovulan ilk adam değildin, sonuncusu da olmadın.

(İki adam kucaklaşırlar. Sonra masaya geçip karşılıklı otururlar)

Vahram: (Cebinden bir konyak şişesi çıkarır) Sana Ararat getirdim. (Muhsin için bir bardağa koyar, kendisi şişeden içer) Soğuk bir gecede insanın içini ısıtacak en iyi şey budur ama orada maalesef bulunmuyor.  (Tekrar içerler, sessizlik.) Son zamanlarda 1911 yılı Ramazan ayı aklıma geliyor sık sık. Ne günlerdi be Muhsin? Reşat Rıdvan’ın kurduğu kumpanya... Odeon Tiyatrosu... Napolyon’un Hayatı... Dreyfus... Othello ... ve bizim Hamlet... Dünyada o kadar yer gezdim, her dilde yüzlerce oyunda oynadım ama İstanbul’da oynadığım yıllardaki zevk ve heyecanı hiçbir yerde bulamadım. Ah ahh, o günleri hatırladıkça sen de heyecanlanmıyor musun, doğruyu söyle Muhsin.

Muhsin: Heyecanlanmaz olur muyum... Gençtik o zamanlar... Naiftik... Romantiktik... Hiçbir şeyi düşünmeden yaşardık, arkamıza bakmazdık.

Vahram: Sana Hamlet projesini ilk açtığımda ne demiştin hatırlıyor musun?

Muhsin: “Hamlet mi? Güzel isimmiş.” (Gülerler.) Ama sonra Hamlet hiç peşimi bırakmadı, daha doğrusu ben sürekli onun peşinden koşup durdum. Bu aralar modern bir uyarlama fikri dönüp dolaşıyor kafamda.

Vahram: Gel birlikte yeni bir Hamlet çıkaralım. Sen ve ben, yeniden aynı sahnede. İstemez misin?

(Sessizlik)

Muhsin: Soğuk mu gerçekten?

Vahram: Evet, çok soğuk. İliğine, kemiğine işliyor insanın. Kral Hamlet’in hayaletinin anlattıklarıysa çoğunlukla palavra. (Gülerler ve içerler) Eee, cevap vermedin teklifime.

Muhsin: Ben hangi rolü oynayacağım?

Vahram: Sen ne düşündün? Yoksa... (Güler)

Muhsin: Neden? O rolü defalarca oynadım ve her seferinde takdir edildim.

Vahram: Biliyorum.

Muhsin: Nasıl? İzledin mi yoksa?

Vahram: Elimden gelse gelir izlerdim ama demir bir perde vardı aramızda. (Güler) Ancak her şeye rağmen İstanbul'dan Erivan'a rakı, beyaz peynir ve Türkçe gazete getirecek birileri bulunabiliyordu o zamanlarda bile. (Cebinden buruşmuş, eski bir gazete çıkarır) 1927 tarihli Hakimiyet'i Milliye gazetesini hala saklarım, belki sende bile yoktur: "Darülbedayi'den beklenen büyük muvaffakiyet, Hamlet. Müellifi: William Shakespeare. Mütercim ve rejisör: Muhsin Ertuğrul. Oynayanlar: Hamlet, Muhsin Ertuğrul." Bakalım ne demiş muharrir: "Hamlet'in ilk temsili iğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık topladı. Kumpanya, göreceği rağbeti önceden tahmin ederek fedakârlıktan geri durmamış, figüranlar, elbiseler, tertibat için elinden geleni yapmıştı. Ertuğrul Muhsin Bey, bizzat Hamlet rolünü almıştı. Üç seneye varan bir hasretten sonra yeniden ve pek ağır bir yükü yüklenmiş gördüğümüz bu sanatkâr, Hamlet'in zayıf simasını derin bir nüfuz ile fakat kuvvetli ve azimkar şahsiyetinin eserlerini gizlemeye çalışarak temsil ediyordu." İltifatlar, iltifatlar... Yazıyı okuyunca gurur duydum. Birlikte aynı sahneyi paylaştığımız o yıllar geldi aklıma. Hamlet'i oynarken son sahnede kılıcım yanağını kesmişti, ortalık kan revan içinde kalmıştı. (Güler. Sessizlik. Aniden) Tabii bir de Othello rezaleti vardı...

Muhsin: Her şeyin sonu olmuştu... Onca emek...

Vahram: Belki de yeni bir başlangıç demek lazım... Bakış açısına göre değişir.

Muhsin: Sonuçta çoğu konuda sen haklıydın... Kafaca çoktan emekli olmuş o eski saray oyuncuları, kendine “alaylı” diyen ve “okullu” olduğun için seni küçümseyen yaşlı başlı adamlar... Bu insanlarla tiyatromuza yeni bir nefes katmak mümkün değildi.

Vahram: Ne nefesi Muhsin, bu adamlarla oyun oynamak bile mümkün değildi. Zaten aktörlerin lakaytlığı yüzünden piyes o kadar çok kesildi ki, sonunda hatırlıyorsan seyirciden özür dileyerek temsili durdurmak zorunda kalmıştık.

Muhsin: Biz değil, sen durdurmuştun... Ama bugün aynı şeyi yapsan ben onları değil, seni kovardım kumpanyamdan.

Vahram: Merak etme Muhsin, biz Ermeniler biraz fazla gururluyuz galiba. İstenmediğimizi fark ettiğimiz anda kovulmayı beklemeden, fırsat bulabilirsek tabii, çeker gideriz. Gittik zaten. Gitmeyenler de bir şekilde gönderildiler. Size koskoca bir tiyatro hediye ettik ve kenara çekildik. Ağzımızı bile açmadan... Açabilir miydik? O da ayrı bir konu ya, neyse...

(Uzun bir sessizlik)

Vahram: Cihan harbi başlamadan hemen önce İstanbul'dan apar topar nasıl ayrıldığımı hatırlıyor musun?

Muhsin: Evet, 1914 Ağustos ayıydı. Mınakyan ustanın yönetiminde "Büyük Gece"yi sahneliyordunuz. Son derece coşkulu bir seyirci doldurmuştu Şehzadebaşı'ndaki tiyatroyu. Günler öncesinde gazetelerde adın ilan edilmişti. İstanbul'un pek çok güzide ismi çok önceden salonda yarini almıştı, herkes Vahram'ı yeniden sahnelerde görmek istiyordu. İstanbul sahneleri seni özlemişti ve sen de Dimitri rolünde döktürüyordun. Sonra  birden ortadan kayboldun. Sonraları Arap İzzet'ten oyun sırasında tevkif edilmemek için kaçtığını öğrendik.

Vahram: Tevkif edilmemek içinmiş….hıh… Peki, suçum neymiş? Ne yazık ki hala bilmiyorum!.. Cihan harbi başladığında Venedik’teydim. Aldığım davet üzerine Bakü’ye gitmek için bindiğim gemi, İstanbul limanına uğradığında askerler yolcuları indirip gemiye el koydular. Trabzon’a asker sevkedilecekmiş. Bir sonraki gemiyi beklemek için mecburen bir süreliğine İstanbul’da kalmam icap etti. Kardeşim Diran’ın evine gittim. Biraz hasrat giderdik. Akşam ‘’Petits Champs’’a gidip Mınakyan ustayı ziyaret ettim. Beni görünce çok sevindi. Onlar da ‘’Demirhane Müdürü’’nü oynuyorlardı. Provalarına devam ettikleri ‘’Büyük Gece’’ adlı bir Rus oyununda bana da ‘’Dimitri’’ rolünü teklif etti. Usta bu oyuna çok ehemmiyet veriyordu. Kabul etmek istemedim. Çünkü İstanbul’dan ne zaman ayrılacağım belli değildi. Çok ısrar etti. Ekip de çok iyiydi. Çobanyan, Binemeciyan, Holas, Aleksanyan, Kınar ve tabii ki Mınakyan usta… Sonunda tahmin ettiğin gibi dayanamayıp kabul ettim. Rolümü çok sevmiştim. Dimitri Vaysiyeviç..Nişanlım Sonya’yı Kınar, annemi de Binemeciyan oynuyorlardı. Oyunun başlamasına bir hafta vardı. Onlara yetişebilmek için çok çalıştım. Prömiyer gecesi, coşkulu bir seyirci önünde oyuna başladık. Birinci perdenin sonlarına doğru sahnedeyken gözüm bir ara kulise takıldı. Bir hareketlenme vardı. Kulisten sahnedeki oyunu seyreden Çobanyan’la göz göze geldik. El kol hareketleriyle kulise doğru yaklaşmamı işaret ediyordu. Sonra birdenbire o sahnede rolü olmamasına rağmen sahneye dalarak büyük jestlerle bana ‘’Dimitri, kazak askerleri geldiler, seni Sonya’ya götürecekler. Ben annene haber veririm, merak etme. Hemen buradan ayrılman gerekiyor. Acele et… Çabuk ‘’dedi. Oyunda böyle bir replik yoktu. Boş boş yüzüne baktım. Anlayamadığımı anlayınca beni kulise doğru iterek sahneden çıkardı. Kuliste Mınakyan, sonradan sivil polis olduklarını öğrendiğim iki kişiye birşeyler anlatmaya çalışıyordu. Polisler beni görünce, bir tanesi… ‘’Ooo Vahram Bey, hoş gelmişsiniz. Uzun süredir sanırım Moskova’daydınız. Size bazı sorularımız olacak. Bizimle karakola kadar gelmeniz gerekiyor’’dedi. Ben henüz herhangi bir şey söylemeden, tiyatronun en sevdiğim elemanlarından Arap İzzet elinde iki kahve ile aramıza girdi ve bana çıkışarak ‘’Sen ne arıyorsun burada? Çabuk sahneye…’’ deyip beni itiştirmeye başladı. Adamlara da ‘’Aman memur beyler oyun devam ediyor, gözünüzü seveyim, salon seyirci dolu. Siz bu arada kahvelerinizi içip istirahat edin. Oyundan sonra Vahram abiyle konuşursunuz. Şöyle buyurun.’’diyerek, onları rejisör odasına götürüp kapıyı da kapattı. Adamlar şaşkınlıktan hiçbir şey diyemediler. Elime beş lira kadar bir para sıkıştırıp ‘’Abi, ne olur vakit kaybetme. Hemen kaç. Allah’ını seversen durma. Bunlarla gidersen bir daha geri dönemezsin’’diyerek beni çatıya çıkardı. Oradan gecenin karanlığında bir iple arka caddeye indim. Sonradan öğrendiğime göre, kaçtığım anlaşılınca benim yerime Arap İzzet’i tevkif edip karakola götürmüşler. Orada başına çok kötü şeyler gelmiş. Çok üzgünüm… (Hüzünlenir) Neyse… Sokakta soğuk havanın etkisiyle biraz kendime geldim. Makyajımı bile silememiştim. Bulduğum ilk tramvaya atlayarak soluğu limanda aldım. Sabaha karşı, eline birkaç kuruş sıkıştırdığım bir bekçi beni kalkacak ilk gemiye almayı kabul etti. Birkaç gün sonra Odessa’daydım.

Muhsin: O zaman apar topar gitmene çok üzülmüştüm, seninle vedalaşmaya bile fırsat bulamamamıştık ama sonra gidişinin senin açından ne kadar hayırlı olduğunu anladım elbette. Öyle kötü günlerdi ki... Ama sonra... Sonra yeni bir memleket kuruldu. Ve bu memlekette milli bir tiyatro tesis edilmesi icap etti. İşte o zaman senin gibi bu memleketin en önemli evlatlarının yokluğunu acı biçimde hissettik.

Vahram: Aslında buradan giderken bir gün döneceğimi hayal ediyordum. Biliyorsun döndüm de... Ama bu topraklarda artık istenmiyorduk... İlk film çalışmalarımız için İstanbul'a döndüğümde başıma gelenler...

Muhsin: Hangisinden bahsediyorsun ilki mi ikincisi mi? Sinema yaptığı için dayak yiyen ilk insan değildin sonuncusu da olmayacaksın. (Güler)

Vahram: Latife etmeyin Muhsin Bey. Bir Aşk Faciası'nda Ermenice konuştum diye sokakta dayağı yiyen, Nur Baba'da da yememek için tabanları yağlamak zorunda kalan bendim. Biliyorum Muhsin, yaşanan tarihi ben değiştiremezdim ama yeni bir kurban olmaya da niyetim yoktu.

Muhsin: Nur Baba'da yobaz güruhun hedefi sen değildin ki, hepimize saldırdılar. Kamera ve ışıkları bile zorlukla kurtardık, hatırlasana. Hepsi üzerimize zimmetliydi… Aşk Faciası'nda da halimiz pek parlak değildi, benim kafam yarılmıştı, öleceğimi, oradan sağ çıkamayacağımızı düşünmüştüm... Ama biliyorsun ertesi gün polis zoruyla dahi olsa aynı yerde, aynı insanların önünde çektik o sahneyi. Mücadele vermeden hiçbir şey kazanılmıyor.

Vahram: (Sözünü keser) Şşşştt! Evet, hala teklifime cevap bekliyorum... Yeni bir Hamlet diyorum, bugüne kadar yapılmışların en iyisi...

(Sessizlik)

Muhsin: O günlerde en büyük zevkimiz neydi biliyor musun? Seni izlemek. Jestlerini, mimiklerini, vücudunun duruşunu... Ayna karşısında seni taklit ederdik. Türkçe’n hepimizinkinden zarifti. İstanbul sahnelerinde Shakespeare’in dizeleri Türkçe olarak ilk senin ağzından söylendi. Nasıl ezberliyordun o uzun metinleri... İlk provadan itibaren tüm oyunu hafızadan okurdun.

Vahram: Mubalağa etme canım, bazen takıldığım da oluyordu...

Muhsin: Ben hiç hatırlamıyorum, tevazu göstermene gerek yok.

Vahram: Ya Muhsin bazen çok şaşırıyorum şu söylediklerine... Konuştuklarını duyan birisi seni mesleğe yeni atılmış acemi bir tiyatro sever zanneder. Bu adamın Türk Tiyatrosu’nun kurucusu koca Muhsin Ertuğrul olduğuna kim inanır yahu...

Muhsin: Ben o günlerden bahsediyorum canım... O zamanlar bize şaşırtıcı geliyordu yani... Biliyorsun o zamanlar tuluat revaçtaydı, rol ezberlemenin kabiliyetsiz oyuncuların işi olduğu düşünülürdü.

Vahram: Bu hesapla ben kabiliyetsizin tekiyim yani öyle mi? (Gülerler)

Muhsin: Sen benim tanıdığım ilk gerçek yıldızdın Vahram. Sen gittin ve meydan farelere kaldı.

Vahram: Fareli köyün kavalcısı... (Güler)

Muhsin: Keşke geçmişi değiştirmek elimizde olsaydı...

Vahram: Pişmanlık duymamıza gerek yok Muhsin. İkimiz de olması gerektiği gibi yaşadık ve olması gerektiği gibi öldük, öleceğiz. Sen benim kardeşimdin ve hep öyle kalacaksın.

(İki adam tekrar kucaklaşırlar)

Vahram: Amma nazlı adammışsın yahu, hala cevap vermeni bekliyorum teklifime...

Muhsin: Teklifini kabul edemem çünkü bu dünyada tamamlamayı düşündüğüm bir başka Hamlet yorumu var kafamda.

Vahram: Biliyorum ama sen oynayamayacaksın, belki talebelerinden biri oynar.

Muhsin: Oğullarım onlar benim. Her zaman olduğu gibi bir baba olarak oğullarımı düşünmek zorundayım öncelikle. Hayatım boyunca en keyif aldığım şey, seyirci karşısında olmak, oynamaktı ama oynayabileceğim bir tiyatro yoktu ve ben onu inşa etmekle geçirdim tüm yaşamımı. Keşke böyle olmasaydı, keşke senin gibi ben de oynamaktan alınan zevkten mahrum etmeseydim kendimi. Tiyatronun ıvır zıvır işlerini başkaları yapsaydı.

Vahram: Kendine haksızlık etme Muhsin. Senin yaptıkların da yabana atılır şeyler değildi. Evet biz Ermeniler bu ülkede tiyatronun yeşermesi için çok şeyler yaptık, yarım yamalak da olsa bir başlangıç yarattık. Ama harp herşeyi yok etti. Sen ve arkadaşların harabeler arasından sahneleriyle, yazarlarıyla, oyuncularıyla, seyircileriyle bu memlekette tiyatroyu yeniden yarattınız. Bense dünya denen sahnede dolanıp duran bir oyuncuydum sadece. Uzaktan uzağa sana gıpta ettim, bazen kıskandım ama her zaman saygı duydum.

Muhsin: Bunları ilk defa duyuyorum senden... Gerçekten gurur duydum. Çok teşekkür ederim.

Vahram: Neredeyse kırk yıldır görüşmedik ve sanıyorum ki bu son görüşmemiz olacak sevgili kardeşim. (Sessizlik) Daha önce hiç bahsetmiş miydim sana? Venedik’teki mektep günlerinden itibaren Hamlet’te oynamadığım rol kalmamıştır neredeyse. Hatta gençlik günlerimde Ophelia’yı bile oynamıştım. (Güler) Sadece tek bir rol, tek bir rolü  hiç oynamadım. (Ayağa kalkar) Şimdi onu oynamanın zamanı geldi: “Geç kalmayalım, haydi Allahaısmarladık! Gece böceği solmaya başlayan hararetsiz ateşiyle bana, sabahın yaklaştığını gösteriyor.”

Muhsin: Hayalet, birinci fasıl, beşinci sahne.

Vahram: Allahaısmarladık! Allahaısmarladık! (Üzerindeki ışık söner)

Muhsin: (Kendi kendine) Güle güle, yolun açık olsun.


Sahne 3

(Sahne aydınlanır ve Handan girer)

Handan: Muhsin? N’oldu? Gecenin bu saatinde... Üşümüşsün.

Muhsin: Az önce Ermenistan’dan İstanbullu bir arkadaş aradı. Vahram ölmüş.

Handan: Vahram?

Muhsin: Vahram Papazyan.

Handan: Vahram Papazyan, Ermenistanlı ünlü Sahkespeare oyuncusu...

Muhsin: Ansiklopediler öyle yazacak ama o aslında İstanbullu’ydu. (Masadaki mektubu uzatır) Elime çok geç ulaştı bu mektup. Gerçi erken gelseydi ne değişirdi, yapabilir miydim benden son isteğini?

Handan: (Mektubu alır ve okumaya başlar) "Très cher ami Muhsin Bei,Voilà bien longtemps que je n’avais pas l’occasion d’avoir des nouvelles de vous et surtout de vous écrire. J’espère que cette lettre t’arrivera."

Vahram'ın sesi: "Çok sevgili Muhsin Bey, sizden uzun süredir hiçbir haber alamadım ve size yazma olanağı bulamadım. Umarım bu mektup eline ulaşır. İstanbul veya Ankara'da sahneye çıkmak istiyorum. Henüz vaktimiz varken bu işte bana yardımcı olmanı rica edeceğim. Bu nedenle senden ricam: bir dilekçe hazırlayıp Moskova'ya, aslını da benim adresime göndermen, ki buradan takip edebileyim. Sayad Bey, dilekçemi hangi adrese göndereceğini sana bildirecek. Senin uygun göreceğin bir rolü halen oynayabilecek haldeyim. Türkçe veya başka bir dilde. Her zaman dostun ve kardeşin Vahram Papazyan. Erivan 1964."

Handan: Üzüldüm. Bu kadar yakın olduğunuzdan haberim yoktu.

Muhsin: Yakındık. Şimdi daha iyi anlıyorum ki çok yakındık.

Handan: Görüşür müydünüz?

Muhsin: Hayır. Belki kırk senedir hiç görmedim onu. Ama sanki bu gece...

(Sessizlik)

Handan: Ben sana sıcak bir ıhlamur demleyeyim, hasta olacaksın.

Muhsin: (Masadaki şişeyi gösterir) Ararat içtim şimdi. Onun üstüne hiçbir şey gitmez. (Sessizlik) Vahram Papazyan. Bir papazın oğlu değildi ama papaz olsun istemişti dini bütün bir Hristiyan olan babası. Oğlunu Venedik’e gönderdi feyz alsın diye San Lazzaro’daki rahiplerden. Vahram ise başka bir din seçmişti kendisine ve büyük bir imanla sarılmıştı tiyatro perisine. Doğduğumuzda her ikimiz de farklı dinlere mensuptuk ama sonra tapınağımız tiyatro, kitabımız Hamlet oldu. Allah rahmet eylesin.

Handan:Toprağı bol olsun.

Muhsin: Yo yo, çekinmeden “Allah rahmet eylesin” diyebilirsin. Birgün Vahram bana, “siz Müslümanlar ölen bir Hristiyan’ın arkasından neden hiç Allah rahmet eylesin demezsiniz” diye sormuştu. Ben de “özel bir nedeni yok, ben herkes için toprağı bol olsun derim" demiştim. O zaman bana, “madem ki yukarıdaki Allah aynı Allah, bir Müslümana sunduğu rahmeti bir gayrimüslimden esirgemez” demişti. Allah rahmet eylesin.

Handan: Allah rahmet eylesin.

Muhsin: Ermenistan devleti ona resmi bir merasim düzenleyecektir. Hemen her Ermeni mezarlığında bulunan sanatçılar bölümüne defnedilecek. Adına tiyatrolar kurulacak, oyunlar oynanacak. Kitaplara konu olacak hayatı. Ama burada, doğduğu yerde, hiç kimse hatırlamayacak adını. Belki yarın bir gazetede küçük bir haber olur ölümü, belki de kaybolur gider, hatıralarda kalır ömrü.  O yüzden sevgili karıcığım, burada ve şu anda  onun adına küçük bir merasim yapalım ve birer bardak Ararat içerek onu hatırlayalım. (Doldurur. Ayağa kalkarlar.) Şerefe!

Handan: Şerefe!


(Müzik, ışık, perde.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder