12 Eylül 2013 Perşembe

Bolis'ten Venedig'e


“Eğer Venedik’te görülmeye değer başka hiçbir şey olmasaydı, 
yalnız San Lazzaro’yu görmek için Venedik’e gelmeye değerdi.”

Rabindranath Tagore

Bu çok farklı bir Ağustos’tu. Zamanın imbiğinden süzülüp bekletilmiş karşılaşmalar gerçekleşti. Ermenilerin deyimiyle Bolis’ten başlayıp Venedik’e ulaşan ve oradan tekrar İstanbul’a dönen tarihi bir rotada belki milyonuncu kez yürüdü ayaklar. Bir yönüyle tümüyle bireysel, eşsiz ve benzersiz bir yolculuktu. Diğer yönüyle tüm rotası, yüzlerce yıl önce sarf edilen çabalarca belirlenmiş, bildik, sıradan bir ziyaretti. Ama her halükarda öğretici, dönüştürücü ve harekete geçiriciydi.

***

Yüzlerce yıl önce, kendisini tanrı adamı olmaya adamış Sivaslı bir Ermeni delikanlı ilime ve irfana susadığı için sıra dışı bir yolculuğa çıktı. O sıralarda kendisini düşünsel açıdan geliştirebileceği tek kurum kiliseydi. Bir zamanlar Anadolu’da Ermeni manastırları ilim ve irfan yuvaları olarak bilinmekteydiler: “Ermeni monastik geleneğinde çok güçlü bir bilim geleneği vardır. Ermeni geleneğinde manastır demek akademi demektir. Nerses Lambronatzi, ‘Bilimi sevmek Allah’ı sevmek demektir’ diyor. Bu Ermeni geleneğinde fikr-i sabittir. Temel bir prensiptir. Bilim çok üstün bir değer ve manastır bir bilim yuvası olmalıdır. Bunun içindir ki Mıkhitar burada tatmin buluyor. [Ancak] özellikle 15. ve 16. Yüzyıllardan başlayarak Ermeni manastır geleneğinde bilim çökmeye başlar, bunun nedeniyse dönemin siyasi şartları olmuştur.”[1] Bu yüzden Sivaslı Mıkhitar’ın çıktığı arayış dolu yolculuk Anadolu sınırlarında makul bir karşılık bulamadı. Sınırlar aşıldı ve delikanlının yolu doğudaki kutsal merkez Eçmiazin’e dek ulaştı. Ancak bu kadim merkezin koşulları bile onu tatmin etmedi.

Doğu’nun yarattığı hayal kırıklığı yüzünü Batı’ya çevirmesine neden oldu. Tam bu sıralarda 18. yüzyılın şafağı sökmek üzereydi ve güneş artık Batı Uygarlığı üzerinde parlamaktaydı. Mıkhitar’ın yolu önce Bolis’e uğradı. Ama İmparatorluğun başkenti aynı zamanda geleneksel kurumların en güçlü olduğu yerdi. Çok geçmeden burada kendi reform girişimlerinin başarısızlığa uğrayacağını hissetti ve 1701 gibi sembolik bir tarihte küçük ama inançlı bir grup ile birlikte kendi gizli tarikatını kurdu. Ancak İstanbul’da çok büyük bir siyasi güce sahip olan Patrikhane küçük örgütün çalışmalarından kısa sürede haberdar oldu ve Mıkhitar ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Mıkhitar’ın Osmanlı ülkesini terk etmişti ama halkında çok fazla uzaklaşmak niyetinde değildi. Bu yüzden Ermenistan’da çalışmasına izin verilmese bile onun kıyısında kalmanın yollarını bulmalıydı. İlk durak Venedik idaresindeki Mora oldu ama yarımada kısa süre sonra Osmanlı idaresine girdi. Bunun üzerine küçük tarikat merkezini Venedik’e taşımak zorunda kaldı. Venedik’e daha yakın olmak ister istemez Katolik kilisesinin etkisini daha güçlü hissetmek anlamına gelecekti. Mıkhitar Katolik mezhebine geçmeye çok soğuk bakmıyordu ama dil ve kültür konularında çok kesin ilkeleri vardı: Katolikleşmeyi Latinleşmek olarak görmüyordu. Mezhebin ibadet ve kültür dilinin Ermenice olmasına büyük önem veriyordu ve bu konuda taviz vermeye yanaşmıyordu. Katolik Kilisesi de Doğu Hristiyanlarına yaklaşmasına olanak sağlayacak bu türden bir oluşuma sıcak bakıyor olmalıydı ki Venedik Senatosu’nun şehrin açıklarında bulunan ve çoğu manastırlara tahsis edilmiş adalardan kullanılmayan bir tanesini, San Lazzaro’yu Mıkhitar ve arkadaşlarına vermesine onay verdi. Mıkhitar artık tümüyle kendi kontrolünde olan bu adada Anadolu ve Kafkasya’da sönmeye başlayan parlak manastır geleneğinin kendi çağına özgü bir örneğini yaratmak için çalışmalara başladı.

Dönemin Venedik’i deniz ötesi büyük bir imparatorluğun mirasçısı ve Rönesans’ın en önemli merkezlerinden birisiydi. Abbahayr Mıkhitar’ın Anadolu’da başlayan ve İstanbul üzerinden Venedik’e ulaşan yolculuğu, takip eden yıllar içerisinde binlerce Ermeni genci için Rönesans’ın parlayan yıldızı ile tanışmanın kapılarını açmış oldu. Mıkhitarislerce kurulmuş eğitim ve kültür kurumları öncelikle Ermeni gençleri ve onlar aracılığıyla 19. yüzyılda Osmanlısında yaşayan tüm halklar için Doğu’da yaşanacak yeni bir Rönesans’ın en önemli merkezlerinden birisi olmuşlardır.

BGST’li bir grup arkadaşımla birlikte başlattığımız ve ardından tanıştığımız pek çok yeni dostumuzla birlikte yürütmeye devam ettiğimiz Osmanlı tiyatro tarihi araştırması, uzun süreden beri Mıkhitar’ın rotasını çizdiği bu tarihsel yolu yeniden katetmek için büyük bir arzu duymama neden olmaktaydı. Bu İstanbul’dan başlayacak, Venedik’e ulaşacak, orada mutlaka San Lazzaro’ya uğrayacak ve ardından tüm kazanımlarıyla beraber seyyahı tekrar İstanbul’a taşıyacak güzergâhı bir kez olsun yeniden geçmek deyim yerindeyse artık farz olmuştu. Kendimi ancak ondan sonra bu toprakların yetiştirdiği tiyatro insanlarının büyük ailesinin gerçek bir mensubu olarak görebileceğime dair güçlü bir hisse sahiptim. Bu Ağustos, her şeyden önce son beş yıldır biriktirilmiş ve bekletilmiş bu yolculuğun gerçekleşmesine vesile oldu. Bir Kızılderili atasözünde söylendiği gibi: “Biz yolları seçmeyiz, onlar bizi bulurlar.” İşte taşları yüzlerce yıl önce bin bir zahmetle döşenmiş olan bu yol da beni bulmuş oldu.

***

Yıllar önce Osmanlı tiyatrosunun modernleşmesi ile ilgili ilk araştırmalarımıza başladığımızda şu soru kafamızı kurcalamaya başladı: Neden Osmanlı ülkesinde yaşayan geniş halklar mozaiği içerisinde Ermeniler Batılı tiyatronun Osmanlı’daki kurucuları ve öncüleri olmuşlardır? Özellikle Metin And’ın konu üzerine yaptığı ilk çalışmalar Ermenilerin 19. yüzyılda Osmanlı tiyatrosunun yazarlık, yönetmenlik, oyunculuk gibi en temel yapıtaşlarında rol alan tüm öncü karakterlerin Ermeni toplumu içerisinde yetiştiğini ve bu öncü kişiliklerin sadece Ermenice değil Türkçe konuşan halka da hitap ettiklerini açıkça ortaya koyuyordu. Ama bu çalışmalarda hala cevap bekleyen ciddi bir soru varlığını sürdürmekteydi. Osmanlı halkları içerisinde tiyatro söz konusu olduğunda neden Ermeniler asimetrik bir modernleşme pratiği göstermişlerdi, diğer bir deyişle onların modernleşme deneyimi neden diğerlerininkinden daha kapsamlı ve nispeten daha başarılı olmuştu?

Tabii ilk anda sosyo-ekonomik tahliller devreye giriyordu: 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin geniş bir dünya ekonomisine dâhil olması, yeni oluşan tüccar sınıfları ve bu sınıfların ağırlıklı olarak gayrimüslim unsurlar tarafından oluşturulması, yeni oluşan Ermeni burjuvazisinin Batı sermayesi ile bütünleşirken kültürel anlamda da benzeri bir bütünleşmenin yaşanması ve Batılı metropollerde eğitim alan Ermeni gençlerinin Osmanlı ülkesinde bir “Jön” hareketi başlatması vs. Bu genel tablo Osmanlı modernleşmesinin asimetrik (yani toplumun her kesiminde aynı biçimde ve düzeyde gerçekleşmeyen) niteliğini açıklamak için işlevsel bir zemin sunmaktaydı ama gayrimüslim halklar içerisinde neden Ermenilerin kültürel modernleşmenin istisnasız her alanda öncü rol oynadığı sorusuna net bir yanıt oluşturmuyordu. Monografi çalışmalarının yetersiz olması ya da var olanların yeterince iyi bilinmemesi konunun adeta mistik bir perdenin gerisinde kalmasına yol açıyordu.

Bu noktada Prof. Boğos Levon Zekiyan’ın çalışmaları önemli ölçüde kafa açıcı bir rol oynadı. Özellikle Türkçe çevirisi Aras Yayınları tarafından yayınlanan “Ermeniler ve Modernite” başlıklı çalışma ilk defa modern tiyatronun Ermeni toplumunun çok daha geniş bir coğrafya ve tarih dilimi içerisinde somut bir bağlam içerisinde tanımlıyordu: “Modern Ermeni tiyatrosu, asıl olarak, (…) San Lazzaro’daki Mığhitarist manastırda başlar. Buradaki ilk performansa ilişkin tanıklık 1730 tarihlidir; bu tarihten sonra gittikçe yoğunlaşan bir tiyatro faaliyeti olduğu görülür. Aynı yoğunluk, kuruluşlarının ilk yıllarından itibaren Padova’daki Moorat ve Venedik’teki Raphael kolejlerinde de yaşanır. Sırasıyla 1834 ve 1836 yıllarında kurulmuş olan bu iki kolejin ilk kuşak öğrencileri tiyatroyu Ermeni kitlelerine tanıtırlar ve yaygınlaştırırlar. Sonraları İstanbul’da Zartonk’un [Uyanış] öncüleri olarak karşımıza çıkacak olan öncü isimler arasında en aktif olanları Mıgırdiç Beşiktaşlıyan, Sırapyon Hekimyan, Sırapyon Tığlyan ve Sebuh-Laz Minasyan’dır.”[2]

Bu çalışma yürüttüğümüz araştırmaya ilk kez somut bir yönelim kazandırmış oluyordu. Venedik’teki Mıkhitarist yapılanmanın ve onun etrafında şekillenen eğitim kurumlarının faaliyetlerini değerlendirmeden Osmanlı tiyatrosunun modernleşmesinde Ermenilerin oynadığı öncü rolü anlamak mümkün olamayacaktı. Araştırmamızı bu yönde derinleştirdikçe başka bazı eserler ön plana çıkmaya başladı. Bunlardan ilki (bu yıl içinde BGST Yayınları tarafından Türkçe olarak yayınlanan) Prof. Boğos Levon Zekiyan’ın “Modern Ermeni Tiyatrosunun İlk Adımları” adlı eseriydi. Zekiyan İstanbul’da verilmek üzere hazırlanan bir seminerin notlarından yararlanarak ve Venedik’te geliştirerek kaleme aldığı bu eserinde zikrettiği bir ayrıntı konunun anlaşılması için büyük öneme sahiptir: “Elimizdeki verilere göre San Lazzaro dışında sahnelenen etkinliklerde ilk sırayı alma onuru İstanbul’dadır. Tiyatro hareketinin öncüsü Peder Minas Pıjişgyan İstanbul Pera’da 1808’de bir okul açar. Pıjişgyan San Lazzaro’daki tiyatronun ekip başlarındandı. Aynı şevk ve coşkuyla yeni çalışma mekanında işe koyulur ve1810’da ilk tiyatro temsilini sahneler.”[3] Söz konusu etkinlik bildiğimiz kadarıyla Osmanlı tebasından insanların sahnelediği ilk modern tiyatro denemesidir. “Kral Ardaşes’in Hayatı” adlı bu oyunun yazarının kim olduğundan emin değiliz ama büyük ihtimalle San Lazzaro’da yeşeren tiyatro ortamının ürünlerinden birisi olduğunu kabul edebiliriz. Bu oyun 19. yüzyılda tüm diğer Ermeni okullarında yaygınlık kazanacak ve bir gelenek halini alacak okul tiyatrosu anlayışının ilk önemli örneği olarak kabul edilmelidir. Örnek o denli başarılı olmuş ve şaşkınlık yaratmıştır ki kısa sürede diğer Ermeni okullarınca benzerleri üretilmeye başlanmıştır.

Boğos Levon Zekiyan’a göre Mıkhitaristlerin Osmanlı ülkesinde özellikle İstanbul merkezli olarak şekillenen modern tiyatro hareketinde sadece manastırdaki faaliyetler değil, önce Venedik’te, ardından Viyana ve Paris’te Mıkhitaristler tarafından açılan eğitim kurumlarında öğrencilere verilen kültür de etkili olmaktadır. Bu kurumlardan mezun olup, 19. Yüzyılda Osmanlı ülkesinde tiyatro alanında faaliyet gösteren bazı önemli isimlerin bir listesine bakmak oldukça fikir verici olacaktır: “İlk adımları atanlar, yandaşlarına tiyatro sevgisi aşılayanlar yalnızca Mıkhitarist ruhaniler değildi. Mıkhitarist kurumlarında eğitim gören Beşiktaşlıyan ve Hekimyan, San Lazzaro ve Murad Rafaelyan’daki sahnelerde gördükleri ve tadına vardıkları etkinlikleri, doğdukları topraklarda gerçekleştirebilmek arzusuyla dolmuşlardı. Onların dışında Ermeni tiyatrosunun, özellikle Batı sahnesinin 19. yüzyılın ikinci yarısında faaliyet gösteren önemli simalarının büyük kısmı Mıkhitarist kurumlarındandır. Oyunculardan Stepannos Ekşiyan, Hovhannes Acemyan, Tavit Tıryants, Mıgırdiç Aydınyan, Yesayi Yeesayan, Armen Armenyan, Dikran Dominyan, Hovsep Yazcıyan, Dikran Peştemalcıyan ve büyük Bedros Atamyan. Oyun yazarlarından Tovmas Terziyan, Sırabiyon Tığlıyan, Matteos Mamuryan, Margos Ağapegyan, Khoren Narbey.”[4]

Mıkhitaristlerin Osmanlı tiyatrosunun modernleşmesi açısından önem taşıyacak diğer bir önemli faaliyet alanlarına ilişkin çok önemli başka veriler de Yervant Baret Manok’un (yine bu yıl içinde BGST Yayınları tarafından yayınlanan)  “Doğu ile Batı Arasında San Lazzaro Sahnesi” adlı eserinde yer almaktaydı. Baret Manok’un manastır arşivlerinde yer alan hepsi el yazması olan 25 Ermeni harfli Türkçe oyun üzerine yaptığı araştırma ve bunlarda üçünün Latin harfli transkripsiyonu tiyatro tarihçelerimizi yeniden gözden geçirmemizi gerektirecek veriler sunuyordu. Bu veriler ışığında modern anlayışla yazılmış ve oynanmış ilk Türkçe oyunun yazılma tarihi de 1790’lı yıllara çekilmiş oluyordu.

Tüm bu veriler 19. yüzyılda Osmanlı’da pek çok alanda olduğu gibi modern tiyatro alanında da öncülerin Ermeniler olmasının bir tesadüf olmadığını, bir yüzyıl öncesinde atılan bilinçli adımların Ermeni milletine modernleşme sürecinde büyük bir hız kattığını ve Osmanlı modernleşmesinin lokomotif gücü olmalarını sağladığını ortaya koymaktadır. Sis bulutları biraz dağıldığında ortaya çıkan tabloda bir akademi disiplini içerisinde yüzlerce yıl bıkıp usanmadan kitaplar yazan, çeviren ve basan çalışkan keşişler, onların açtığı ve işlettiği aydın yetiştiren okullar ve bu okullarda Batı Uygarlığının tüm nimetlerinden yararlanarak yetişen ve ardından tüm birikimini kendi milleti yararına kullanmak üzere doğduğu topraklara geri dönen gençler yer almaktadır. Bolis’ten Venedik’e, Venedik’ten tekrar İstanbul’a dönen yolun taşları işte bu insanlarca döşenmişti.

***

4-21 Ağustos tarihleri arasında 28 yıldır Prof. Boğos Levon Zekiyan direktörlüğünde Venedik Ca’ Foscari Üniversitesi Doğu Dilleri Bölümü tarafından düzenlenen Ermenice yaz kurslarına katılmak için Venedik’teydim. Bu basit bir dil kursu olarak görülmemesi gereken bir etkinlik. Daha çok Ermeni dili ve kültürü üzerine çalışmalar yapan farklı ülkelerden gelen insanların bir buluşması. Mıkhitarist eğitim kurumlarında eğitim almış ve ardından eğitmen olarak çalışmış, aynı zamanda tarikatın tarihi ve misyonu üzerine uzman bir araştırmacı olan Prof. Boğos Levon Zekiyan, Mıkhitar ve yoldaşlarının 18. yüzyılda gerçekleştirdiği büyük Rönesans’ın izinden yürüyerek ve aynı felsefeye bağlı kalarak bu buluşmaya ruh veriyor. Kendi deneyimimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki buluşma tam anlamıyla büyük bir aile ortamında gerçekleşti. Ermenice bilen bilmeyen, birbiriyle farklı dillerle anlaşan 50’ye yakın katılımcı ve 10 civarında eğitmen etkinlik sona erdiğinde Venedik’ten önemli dostluklar kurarak ayrıldılar.

Benim açımdan bu ziyaretin ileride yürütülecek kimi projelere dönük Ermenice bilgisini geliştirme gibi kişisel gelişimle ilgili bir yönü olmakla beraber asli hedeflerden birisi araştırmamızın sonuçlarıyla ve geldiği noktayla ilgili bir bilgilendirme yapmak üzere San Lazzaro Manastırı ve Murad Rafaelyan Koleji’ne de birer ziyarette bulunmaktı. Venedik’te bulunduğum süre içinde Manastır’a üç kez ziyarette bulundum. Boğos Hoca’nın refakat ettiği kalabalık bir grupla birlikte gerçekleştirdiğim ilk ziyaret oldukça heyecan vericiydi. Son beş yıldır yürüttüğümüz araştırma çalışmalarının sonuçlarını rahiplerden birisine iletmek ve mümkünse kısa bir sohbette bulunmak bana büyük mutluluk verecekti. Bunu her şeyden önce yüzlerce yıl öncesinden kalan bir minnet borcuna saygı olarak yapmak istiyordum çünkü bu ziyaret her şeyden çok bir yıl kadar önce birlikte yediğimiz bir yemekte Boğos Hoca’nın sarf ettiği bir cümlede anlamını buluyordu: “Bu topraklarda minnet duygusu çok güçlüdür; sizler de yürüttüğünüz bu çalışmayla bunu bir kez daha göstermiş oldunuz.”

Manastır etkileyici bir yerdi. Pek çok kereler fotoğraflarını görmüş olmama rağmen bu tarihi mekâna ayak basmak heyecan vericiydi. Girişte Mıkhitar’ın 1960’lı yıllarda yapılmış bir heykeli vardı ve hemen karşısına inanılmaz güzellikte bir khaçkar yerleştirilmişti. Boğos Hoca Abbahayr Mıkhitar’ın heykeli altında bu özel mekânın tarihi ve önemi üzerine bir konuşma yaptı ve sonra onun öncülüğünde manastırın en önemli bölümlerini dolaştık. Akşam yemeklerinden sonra toplu olarak önemli Ermeni yazar ve şairlerinin eserlerinin okunup dinlendiği büyük yemek salonu, duvarları önemli İtalyan ressamlarının eserleriyle ve çoğu yüz yaşından yaşlı kitaplarla kaplı salonları, çok güçlü bir elyazması koleksiyonuna sahip kütüphanesi, matbaacılık tarihinin her aşamasına tanıklık eden basım yayın müzesiyle Ermeni Rönesansı’nı yaratan kültür kurumlarından belki de en önemlisi duruyordu karşımızda. Kalabalık grup adadan ayrıldıktan sonra az sayıda kişi bir sonraki vaporettoyu beklemek üzere orada kaldık. Benim asıl amacım rahiplerden birisiyle yüz yüze görüşebilmekti. Adada görevli rahiplerin sayısı az olduğundan ve onlar da çoğunlukla ziyaretçilerle ilgilendiklerinden buna henüz fırsat bulamamıştım. Kalabalık ayrıldıktan sonra genç rahiplerden birisiyle temas kurma şansı buldum. Öğrendiğim kadarıyla Mıkhitarist Kongregasyonu’na bağlı rahiplerin sayısı şu anda 50’den az ve yaş ortalaması 70’in üzerine çıkmış durumda. Kısıtlı bir zaman içerisinde konuşmak zorunda kaldığım bu genç rahiple her halde aynı yaşlarda olmalıydık. O Türkçe bilmiyordu, ben de Ermenice -oysa bir zamanlar bu adada iki dilli oyunlar yazılıyordu. Ben İngilizce konuştum ama sanırım rahibin Fransızcası ve doğal olarak İtalyancası çok daha iyiydi. Kendisine kitaplarımızı sundum ve az çok ne yapmak istediğimizi anlattım. Görebildiğim kadarıyla kapaklarında San Lazzaro Masantırı’nın resimlerinin basılı bu Türkçe kitaplar onu oldukça şaşırtmıştı. Tabii ki tam olarak ne ile ilgili olduklarını anlamamıştı, konuyla ilgili bir önbilgisi de yoktu muhtemelen. Buna rağmen kısa bir an için de olsa bu genç rahiple sırtlarımıza yüklenen tüm o lanetli tarihin yükünden bağımsız bir karşılaşma yaşadığımızı hissettim. Daha fazla ne bekleyebilirdik ki? Bu küçük, insani karşılaşmanın özneleri olarak, halklar arasında yaşanmış o lanetli tarihin yüzyıllardır ortada duran tahribatlarını silip yeniden, bıraktığımız yerden başlamamız nasıl mümkün olabilirdi? Buna rağmen sembollerin önemine inanan bir insan olarak San Lazzaro’dan yola çıkan emanetin yerine ulaştığını haber vermeye gelen gecikmiş bir ulak gibi hissettim.

İkinci ziyaretimizde bizi manastırda bizzat şimdiki Abbahayr[5] karşıladı. Oldukça dinamik ve samimi birisiydi. Bizi gerçekten çok iyi ağırladı ve çalışmalarımıza yardım etmek için bizzat uğraşacağını söyledi. Ama hepimiz biliyorduk ki bu meşakkatli bir iş olacaktı. Uzun sürecekti. Sık sık kesintiye uğrayacaktı. Adadaki din adamlarının, Mıkhitaristlerin aydınlanmacı faaliyetlerinin Türkiye’de yeniden gündeme gelmesinden memnuniyet duyduklarını açıkça gözlemledim ama bugün Mıkhitarist birlik gerçekten önemli sorunlarla mücadele etmek durumunda. En önemli sorun insan kaynağının yetersizliği gibi görünüyor. Bunda 1915’de yaşanan büyük facianın San Lazzaro’nun beslendiği ve yaşamını borçlu olduğu topraklarda yarattığı trajik dönüşümün büyük rol oynadığı kesin.

Aynı duyguları bir dönemin en önemli Ermeni eğitim kurumlarından birisi olan ve Osmanlı döneminde pek çok önemli tiyatrocunun yetişmesine zemin hazırlamış Murat Rafaelyan Koleji’ne yaptığımız gezide de hissettim. Bu muhteşem güzellikteki okul bugün kültürel amaçlarla kullanılan bir binaya dönüşmüş durumda ve eğitim öğretime tümüyle ara verilmiş durumda. Bu okuldan yetişen son büyük usta Vahram Papazyan’dı ve onun sadece Ermeni değil Osmanlı tiyatrosun için ne denli önemli bir model olduğunu anlamak için bizzat Muhsin Ertuğrul’un anılarını okumak yeterli olacaktır. Ama Papazyan gibi önemli bir yeteneği kazandıran eğitim kurumu geçirdiği restorasyon sonrası tiyatro salonunu da kaybetmiş. Tarihi değer taşıyan salon eski günlerdeki gibi geniş bir toplantı salonu olarak organize edilmiş. Eski günlerde okulu ziyaret etmiş olanların hatırladığı portatif bir platform olarak tasarlanan sahne artık kaldırılmış. Harikulade dekore edilmiş özel bir Venedik köşkü. Bomboş ve sessiz. Kendinizi biraz kaptırdığınızda okulun bahçesinden gelen yüzyıllar öncesine ait koşturmaca sesleri, merdivenlerden inen öğrencilerin fısıltıyla karışık konuşmaları, bilimi ve kültürü ibadet olarak gören bir dini kurumun ciddi görünüşlü üyelerinden oluşan eğitim kadrosunun yavaş ama kararlı adımlarla öğretmenler odasından sınıflara yönelişi zihninizde canlanabilir. Hatta belki büyük komedyen Tavit Tıryants’ı bir çocuk olarak arkadaşlarına şakalar yaparken görebilirsiniz. Ve sonra bu imajlar kaybolup gider. Boşluk ve sessizlik duygusu yeniden egemenlik kurar. Halkını kaybetmiş bir aydınlanma hareketi ayakta durabilir mi? Murat Rafaelyan Okulu’nun muhteşem güzellikteki binası hala ayakta duruyor ama tiyatro salonunda çınlayan alkış seslerini duymanız artık mümkün değil.

***

Venedik gezisi İstanbullu bir tiyatrocunun sembolik bir iade-i ziyareti olarak daha çok duygularla yüklüydü. Ama artık bir yandan duyguları muhafaza ederken diğer yandan aklın ülkesine doğru yolculuk etme zamanı. Araştırmacıların Venedik’teki Ermeni mirasına ve onun tarihimize yaptığı önemli katkılara yönelik son dönemlerde artan ilgisi de söz konusu yolculuğun halihazırda başladığını gösteriyor zaten.

[1] “Boğos Levon Zekiyan’la Söyleşi: San Lazzaro ve Ermeni Kültürünün Yeniden Doğuşu”; Pharos Dergisi, 23. Sayı (Austos 2013); s. 99.

[2] Boğos Levon Zekiyan, “Modernite ve Ermeniler”, Aras Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 76.

[3] Boğos Levon Zekiyan, “Modern Ermeni Tiyatrosunun İlk Adımları, BGST Yayınları, İstanbul 2013, s. 35.

[4] Y.a.g.e. s. 40

[5] İlk kez Mıkhitar için kullanılan ve onun ölümünün ardından San Lazzaro başrahiplerinin kullandığı unvan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder