17 Ekim 2010 Pazar

Karagöz’ün Türklükle İmtihanı (5) ya da Cumhuriyet Dönemi Gölge Oyunu Tarihçiliğine Eleştirel Bir Bakış (3)

1941 yılında Maarif Vekaleti Yayınları tarafından basılan küçük bir kitapçık Türkiye’de gölge oyunu tarihçiliği adına önemli bir deneme olma hüvviyetini taşıyordu: Karagöz psiko-sosyolojik bir deneme. Psikoloji profesörü Sabri Esat Siyavuşgil tarafından kaleme alınan bu eser, yazarının da önsözde belirttiği gibi aynı zamanda bu alanda yapılan ilk deneme olma özelliğini de taşımaktaydı. Siyavuşgil, bu eserde Freud, Jung, Le Bon gibi 20. Yüzyıla yön veren psikologların izinden giderek anonim bir folklor etkinliğini çözümlemeye ve “halkın ruhu” dediği kolektif bilinçdışının analizini yapmaya girişmekteydi. Kuşkusuz bu oldukça çetrefilli bir girişimdir ve yazarın kendisi de kusursuz bir çalışma sunma iddiasında olmadığını açıkça belirmekteydi. Buna rağmen yazıldığı dönemde İngilizce ve Fransızca dahil olmak üzere çeşitli dillere çevrilen bu çalışmanın etkisinin yazarın tahmin ettiğinden çok daha fazla olduğunu belirtmek gerekir.

Siyavuşgil bu kısa ama yoğun esere başlarken işinin zor olduğunu, çünkü böyle bir psiko-sosyolojik çalışmaya girişirken yetersiz ve dağınık bulduğu tarih çalışmalarını da toparlamak durumunda kaldığını belirtir ve gerçekten de Jacop ve Selim Nüzhet Gerçek’in çalışmalarını daha derli toplu bir çerçeve kazandırır. Tabii bu esnada gölge oyununun kökenlerinin Orta Asya’ya dayandığı yolundaki tezi de aynen devralır ve işlemeye devam eder. Siyavuşgil’e göre ilk kez Jacop’un gönderme yaptığı etimolojik bağlantı (Orta Asya toplumlarında gölge oyununu nitelemek için üretilmiş özel bir terminolojinin varlığı) Türklerin bir gölge oyunu geleneğine sahip olduklarını kanıtlamak için yeterlidir; tek yaptığı referansları arttırmak ve çeşitlendirmek yoluyla tezi güçlendirmektir. Siyavuşgil’e göre Türk asıllı göçebe aşiretlerinde Çin kaynaklı güçlü bir gölge oyunu geleneği vardır ve bu aşiretler İran üzerinden Anadolu’ya girerken bu geleneği İslam dünyasının içine taşımışlardır. Tabii bu esnada gölge oyunu değişime uğramış ve Türklerin Anadolu’ya taşıdığı diğer bir güçlü gelenek olan Tasavvuf ile güçlü bir bağ kurmuştur. Siyavuşgil’in tezine göre gölge oyunu Anadolu’ya Türkler tarafından taşındığı ilk yüzyıllarda –tıpkı gölge oyununun anavatanı olan Uzak Doğu’da olduğu gibi- mistik niteliği ağır basan bir yapıdaydı; dolayısıyla sonradan dönüşeceği popüler komedi geleneği ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktu. Oyunun o dönemdeki halinden kalan kimi şarkılar sonraki dönemde de korunmuş, oyun biçim değiştirse de söylenmeye devam edilmiştir -bu şarkıların sözlerini incelemek bize tasavvuf etkisinde kalınan döneme dair güçlü ip uçları verecektir. Siyavuşgil kökleri Anadolu Selçukluları dönemine giden bu tasavvufi gölge oyununun 16. ve 17. yüzyıllarda bir dönüşüm geçirerek toplumsal hiciv niteliğini aldığını iddia etmektedir. Asıl Karagöz bundan sonra ortaya çıkmıştır.

Siyavuşgil bu tezi ileri sürerek gerçekte şunu da kabul etmiş oluyordu: Tekniğin Uzak Doğu’dan Anadolu’ya taşınması rolünü üstlenenlerin göçebe Türkmen aşiretleri olduğunu kabul etsek bile, bu Karagöz’ün toplumsal hiciv türünün güçlü bir örneği olarak, imparatorluğun etnik çeşitlilik içeren başkentinde, çokkültürlü bir ortamda nasıl ve neden gerçekleştiği sorusuna bir yanıt oluşturmamaktadır. 17. yüzyıl öncesine ait yerli ya da yabancı kaynaklar Osmanlı’da bir gölge oyunu geleneğinin varlığından bahsetmekle beraber bunların içeriği hakkında neredeyse hiçbir açıklama yapmamaktadır. 17. yüzyılda Evliya Çelebi tarafından anlatılan oyunlar aşağı yukarı modern dönemdekileri anımsattığına göre klasik Karagöz gösterisinin aşağı yukarı o yüzyılda son halini aldığını varsaymak doğru olacaktır. Bunu destekleyecek biçimde Siyavuşgil’in ve diğer araştırmacıların alıntı yaptığı Fransız seyyah Thevenot aynı yüzyılda İstanbul’da konuk olarak gittiği bir evde izlediği açık saçık esprilerle süslü oyunun ana karakterinin adının Karagöz olduğunu açıkça zikreder –tabii bu arada rastladığı hayalbazların ekseriyetle Yahudi olduklarını belirtmeden geçmez. Tüm bunlar daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz üzere Karagöz’ün kökenleri Orta Asya’ya dayandırılan bir “Türk milli oyunu” olduğunu dair hiçbir kanıtımız olmadığının, onun 16 ya da 17. yüzyıldan itibaren aşamalı olarak çokkültürlü Osmanlı başkentinde şekillenmiş olması ihtimalinin çok daha güçlü olduğunun bir göstergesidir. Buna rağmen oyunun Türk milli ananesinin bir uzantısı olduğuna inanmakta ısrar eden yazar ortaya koyduğu tüm o çelişkili tarihsel malzemeye rağmen şu satırları yazabilecektir: “Evvela hayal oyunlarının Anadolu Türklerinde ana yurttan getirilmiş milli bir anane halinde devam ettiğini veya öylece benimsendiğini kabul edebiliriz. İslami kültürün tesiri altında türlü adlar almasına rağmen oyun, daima milli ruhun damgasını taşımış ve bir aralık mevzuları doldurması lazım gelen tasavvufi zihniyet bile perdeyi munhasıran bir ümmet ruhunun makesi haline getirememiştir. “

Milliyetçi ideolojiyi bedenlerinin ve ruhlarının son hücresine kadar özümsemiş olan Cumhuriyetin ilk kuşak aydınlarına has bir dogmatizm kitabın sadece giriş bölümüne damgasını vurmaz. Yazarın literatüre yaptığı asıl katkı olarak görülen perdenin psiko-sosyolojik analizini içeren sonraki bölümler okuyucuya şok yaşatacak denli şaşırtıcıdır. Bu bölümlerde muazzam bir entelektüelizmle sarılıp sarmalanmış uç noktada ırkçı bir söylemle karşıya karşıya kalırız. Bu o denli giriftleşmiş, içiçe geçmiş bir ilişkidir ki dışarıdan bir bakışla çözümlenmesi bile başlı başına bir iştir.

Siyavuşgil’in kendi analizini yaparken öncelikle bu oyunların çokkültürlü bir ortamda ortaya çıkmış olduğu gerçeğini tümüyle bir kenara atarak İstanbul’un çokkültürlü yapısının oyunların ana eleştiri konularından birisi olduğunu ileri sürmesi ve bu tespitten yola çıkarak Karagöz’ün satirik yapsının halkın bu duruma duyduğu tepkinin bir ürünü olduğunu belirtmesi kayda değerdir; çünkü nihayetinde İstanbul, “imparatorluk idaresinin lakaydisi yüzünden canlı bir etnografya müzesini andırmakta” ve “içtimai satire çok musait bir muhit” olma özelliği taşımaktadır. Bu bağlamda bir “Türk milli oyunu” olduğuna kanaat getirilen Karagöz oyunları adeta “Türklüğün” kendisini kuşatmaya çalışan “gayrı Türklüğe” bir başkaldırısı olma mahiyeti taşımaktadır. Ancak burada söz konusu olan, “asırlardan beri mozayik şehir strüktürünü yadırgayan halk ruhunun” –burada Türk halk ruhunun diye düzeltmek gerekir- kendine has yollarla ve imgeler aracılığıyla yaptığı bir başkaldırıdır. Dolayısıyla Siyavuşgil gerçek uzmanlık alanını konuşturmaya ve bu imgelerin psiko-sosyolojik bir çözümlemesini yapmaya girişir.

Perdede olayların geçtiği mekan bir Türk mahallesidir –Türk ülkesi diye de okunabilir. Bu mahallede geçen olaylar hayalbazlar tarafından uygun biçimde perdeye uyarlanmış ve yıllar içerisinde klasikleşmiş İstanbul’da yaşanmış gerçek olaylardan üretilmiştir. Yani perdede gördüğümüz şey gölge olsa bile –perde ruhuna uygun biçimde- aslında bir gerçeğin gölgesidir. Gölgeye bakarak gerçekliği keşfetmeye çalışmak gerekir. Siyavuşgil’e göre bu gerçekliğin bazı unsurları şunlardır:

  • Karagöz oyunlarında devlet otoritesiyle –saray, karakol ya da mahkeme- doğrudan alay edilmez ama bu otoriteyi simgeleyen bir karaktere yer verilir: Tuzsuz Deli Bekir. “Bütün davaları o hal ve fesleder, suçluya cezayı o verir, bütün mahalle ancak onun heybetinden çekinir. O her oyunun sonunda mahallenin bozulan asayişini eski vaziyetine iade etmek vazifesiyle mükellef bir devlet otoritesi halinde arz-ı endam eder.” Hayalbazlar otorite ile bu karakter üzerinden alay ederek devlete doğrudan değil dolaylı yoldan eleştiri yapmanın yolunu bulmuşlardır.
  • Oyunlarda dini otoriteye de yer verilmez. Gerçek din adamlarından ziyade dini istismar edenler alay konusu olabilir.
  • Perdede sınıf çelişkilerine ve çatışmalarına açıkça yer verilmez. Ancak gerek Hacivat ile Karagöz arasındaki ilişkide, gerekse öykülerin işleyişi içerisinde ortaya çıkan durumlarda hayalbazların sınıf eşitsizliğinin farkında olduklarını ve bu duruma karşı ölçülü bir alaycılık sergilediklerini görürüz. Burada perdede zuhur eden “halk ruhunun” sınıfsal eşitsizlik karşısında isyankar bir tutum içerisinde olmadığını görürüz

Siyavuşgil’in kurguladığı bu (Türk) “halk ruhu” görüldüğü gibi siyasi ve dini otoriteye saygılı ve isyankar olmayan bir ruhtur. Bu bağlamda oyunlara biçtiği asıl misyon izleyicileri iktidar ve sınıf baskısının yarattığı gerilimden kurtararak rehabilite etmek şekliden özetlenebilir. Oyunlar bu konuda o denli ölçülüdür ki bırakın halkı isyana teşvik etmeyi açıkça zikretmeyi, ima etmekten bile kaçınır.

Ardından tekrar mahalleye döneriz: Siyavuşgil’e mahalle (ülke) içinde yaşayanlar ve dışarıdan gelenler olmak üzere iki grup insan barındırmaktadır. Bu insanlar halkın yıllardır oluşturduğu bilgi birikiminden süzülerek klasik tiplere dönüşmüşlerdir. Siyavuşgil bu tiplerin sınıflandırılması konusunda, “asli tipler, lehçe tipleri, marazi tipler, kadın ve çocuklar” şeklinde özetlenebilecek Jacop’un sınıflandırmasını yetersiz bulur ve kendi alternatifini şu şekilde sunar:

  • Mahallenin (ülkenin) yerlisi olan Türkler
  • Dışarlıklı Türkler –eyalet tipleri
  • İstanbul veya İmparatorluk tipleri

Siyavuşgil’e göre “içinde cerayan eden vaka ve hadiseler bakımından bir Türk mahallesi olduğuna istidlal ettiğimiz perde, yerli tiplerinin vasıfları itibariyle de aynı hüviyeti muhafaza eder. Dışarıdan, Rumeli ve Anadolu’nun muhtelif mıntıkalarından gelen Türkler ya bu mahallede bekçilik, sakalık, aşçılık gibi bir iş tutarak yerleşmiş bulunurlar; veyahut sadece İstanbul’un toplu halde yaşadıkları diğer semtlerinden bir aralık gelip görünürler.”

Bu mahallenin en belirgin unsurları olan Karagöz ve Hacivat da elbette Türktürler. Hatta Macar folklor araştırmacısı Kunoş’un “Konstantiniye’yi fetheden Osmanlıların başı kel, karnı şişkin Nimus’u Karagöz, eli şakşaklı Maccus’u da Hacivat yaptıkları” şeklinde iddiası da bu nedenle gerçekçi değildir çünkü Siyavuşgil’e göre “bizim cehalet ve kabalığına rağmen vakur, atılgan, hür, doğru sözlü ve tendürüst Karagöz’ümüzü böyle kanbur, köle soyundan getirmek garp ilkçağına karşı beslenen ölçüsüz hayranlığın bir tezahüründen başka bir şey olmasa gerektir.” Sonuçta Siyavuşgil de –daha bilimsel bir dil kullansa da- Nüzhet Gerçek ile aynı sonuca ulaşır: Karagöz gerek giyim kuşamı gerekse çehresi nedeniyle tartışmasız biçimde Türktür çünkü “halk ruhunun yarattığı bir perdede yine halk ruhuna tercüman olan bu halk kahramanı, halktan olmak ve halk gibi giyinmek mecburiyetinde idi.” Karagöz’ün çingeneliği konusundaki –örneğin Evliya Çelebi’de geçen- rivayetler de yaratıcı bir biçimde dönüştürülür: Evet hayalbazlar Karagöz’ü bir çingene gibi göstermeyi denemişlerdir çünkü bu sayede onun patavatsızlığının ve hazır cevaplılığının mazur görülmesini sağlamayı amaçlamışlardır –aksi taktirde bu gösteri sanatının yüzlerce yıl südürülmesi beklenemezdi. Tabii Karagöz’le aynı giyiniş ve tazra sahip olan Hacivat’ın da Türk kabul edilmesi gerektiğini söylemeye gerek bile yoktur.

Siyavuşgil’e göre bu mahellenin gerçek sakinleri şu tiplemelerdi: Çelebi, Zenne, Tiryaki, Beberuhi, Külhanbeyi, Matiz (sarhoş), Tuzsuz Deli Bekir, Zeybek. Diğer bazı tiplerse sadece mahalleden geçer ve giderler. Mahellenin yerlilerinin tam olarak benimseyemediği ve çeşitli davranışlarıyla alay etmeyi tercih ettiği bu grup da ikiye ayrılmaktadır: Dışarlıklı Türkler ve imparatorluk tipleri.

Siyavuşgil’e göre Kastamonulu, Kayserili, Bolulu ve Harputlu (Kürt- ne hikmetse dışarlıklı Türkler arasında sayılıyor) gibi tiplerin dahil edildiği bu gruplar ilgili erspriler genellikle belli bir tolerans içeriyor ve onlarla yalnızca şiveleri ve belli davranış biçimleri nedeniyle alay ediliyordu. Oysa İmparatorluk tipleri söz konusu olduğunda durum değişecektir: “Karagöz esprisi hicvinde bütün şiddetini İmparatorluk tiperine saklar.” Arap, Arnavut, Acem, Tatlısu Frengi, Balama, Rum, Yahudi ve Ermeni gibi tiplerin dahil olduğu bu grup dışarlık Türklerine oranla çok daha sert ve cemaatlerinin temel değerleri söz konusu edilerek yapılır. Ve satir de Türk “halk ruhunun” yüzyıllar içerisinde bu cematlerin değerlerine dönük yönelttiği eleştiriden kaynaklanmaktadır.

Sonuçta Siyavuşgil gölge oyunu konusunda yürütülmüş ve yürütülmekte olan araştırmaların görmezden gelemeyeceği çok özel bir denemeye girişmiştir. Ancak ortaya çıkan ürün yüksek bir entelektüel çabayla yoğrulmuş ırkçılıktan başka bir şey değildir. İmparatorluk halklarının ortak ürettiği bir kültürel değer uç noktada milliyetçi bir söylemle sadece tek bir unsura mal edilmeye çalışılmakla yetinilmemiş, oyunun içeriği de ırkçı bir yaklaşımla yeniden kurgulanmaya çalışılmıştır. Neredeyse tamamı 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın başında derlenmiş bulunan senaryoların da muhtemelen dönüşüm geçirmiş ve değişen toplumsal ve poltik gerçekliklere uygun biçimde milliyetçi bir zemin kazanmış olması da Siyavuşgil’e elverişli bir malzeme sunmuştur. Tabii ilginç olan neredeyse 70 sene evvel girişilen, Karagöz’ü ırkçı bir temelde yeniden kurgulama yolundaki bu denemeye dönük olarak hiçbir reaksiyonun oluşmaması ve hiçbir araştırmacının bu türden bir eserle hesaplaşma çabası içerisine girmemiş olmasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder